AB ve ABD tarafından temsil edilen ve kendisinin de mensubu olduğu kapitalist Batı’nın Kürt halkına ve Önderliğine karşı umursamaz yaklaşımından büyük güç alan Türk tarafı, hem Sayın Öcalan’a hem de Kürt Özgürlük Hareketine ilişkin politikalarında son derece keyfi davranmakta, bu konuda kendini tamamen özgür hissetmektedir. Nitekim AİHM’nin Türkiye’deki yargılama komedisine onay vermesi ve yeniden yargılamayı reddetmesi, AKP hükümetinin Sayın Öcalan’ı bir rehine gibi ele almasında bir hayli etkili olmuştur. Bilindiği gibi rehine hukuk kurallarının kendisine uygulanamadığı ve her türlü işkence tehdidi altında tutulan insan demektir. Rehine hukukla teminat altına alınmış yaşam hakkından mahrumdur, rehinenin yaşam hakkı güvence altında değildir. Bir insanı rehin olarak tutma bir gangster veya eşkıya tutumudur. Bu çerçeveden bakıldığında, Türk devletinin Sayın Öcalan’a karşı yaklaşımının bir dönem ABD’nin dillendirdiği ‘eşkıya devlet’ yaklaşımıyla örtüştüğü görülecektir. Ancak bu ‘eşkıya’ kendilerinin Ortadoğu’daki ileri karakolu olduğu için insanlık dışı uygulamalarına göz yumulmaktadır.
Daha önce de belirtildiği gibi, komplo ile etkisizleştirilmesi son derece açık olduğu halde, buradan hareket etmesi gereken AİHM’nin gerçeklere bağlı kalarak doğru ve adil bir karar vermemesi AB ile Türkiye arasındaki uzlaşmanın önemli bir unsurudur. AİHM’nin adaleti devre dışı bırakan kararında İngiltere’nin tutumu belirleyici olmuştur. Sayın Öcalan’ın da ifade ettiği gibi, özellikle AİHM’deki İngiliz üye hâkim doğru kararın çıkmaması için yoğun çaba harcamış, “sürecin uluslararası hukuka uygun olduğu” konusunda çok ısrarlı olmuş ve dediklerini de kabul ettirmiştir. Türkiye’yi kendine daha fazla bağımlı hale getirmek isteyen AB’nin bunun için PKK’ye ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı çok pragmatik yaklaştığı bilinen bir gerçektir. Aynı AB geleneksel Kürt politikalarının bir benzerini de Kürt Halk Önderi üzerinden uygulamaya çalışmış, bu noktada da Kürt sopasını Türkiye’ye göstermekten çekinmemiştir. AB hukukunun Sayın Öcalan lehinde olan hükümlerini uygulamaktan kaçınmıştır. Türkiye Sayın Öcalan ile ilgili hususlarda kendi hukukunu açıkça çiğnediği halde, AİHM bu durumlar karşısında tavırsız kalmıştır. Hukukun bilinçli bir biçimde sustuğu yerde kirli çıkarlar, zulüm, zorbalık ve işkence vardır.
Tabii bir de Türkiye’nin tek başına uyguladığı İmralı politikaları vardır. Sayın Öcalan bunlara Milli İmralı Politikaları (MİP) adını vermektedir. Savunma gizliliğinin esas olması gerekirken avukat görüşmelerinde bir memur bulundurulması ve bu memurun tüm konuşmaları kayda geçirmesi bu kapsamda değerlendirilebilir. Hukukun ayaklar altına alınmasının bir başka çarpıcı biçimi olduğu halde AİHM bu uygulamaya da ses çıkarmamış, bu tutumuyla bir ‘eşkıya devlet’ davranışına daha geçit vermiştir. Milli İmralı Politikalarının son marifeti Sayın Öcalan’ın neredeyse tüm avukatlarının tutuklanmasıdır. Savunma hakkının tümden gasp edilmesi anlamına gelen bu tutuklamalar AİHM’de hala devam eden davaya da ağır bir darbe vurmuştur. On iki yıldan beri devam eden bu davada savunma sürekliliğinin kesintiye uğratıldığı, bütünlüğü çerçevesinde sürece hâkim olan avukatların tutuklanmasıyla birlikte AİHM’de savunma yapabilecek avukatın kalmadığı ortadadır. Nazi rejiminde bile görülmeyen bu durum Türkiye’deki rejimin imhacı ve inkârcı karakterini açığa vuran en çarpıcı göstergelerden biridir.
İmralı koşulları kendi başına en ağır tecrit koşulları olmasına rağmen, AKP hükümeti ‘Milli İmralı Politikaları’ çerçevesinde bu koşulları daha da ağırlaştırmış; hücre içinde hücre cezalarına ek olarak, 27 Temmuz 2011 tarihinden beri devam eden yeni bir tecrit süreci başlatmıştır. O tarihten bu yana avukatlarla tek bir görüşme bile yapılamamıştır. AİHM’de devam eden davaya rağmen avukat görüşmelerinin engellenmesi ve ardından avukatların topluca tutuklanmaları tek başına sözü edilen politikaların ne anlama geldiğini gözler önüne sermektedir. Görüşme yasağı için mahkeme kararına gerek duyulmamış, tamamen AKP hükümetinin tasarrufu olarak gündeme getirilmiştir. Bu açıdan yaklaşım siyasidir ve Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmeyi amaçlamaktadır. AİHM ve CPT bu konuda da üç maymunları oynama yolunu seçmiştir. Yine sıradan bir hak ihlali için bile acil eylem çağrısı yapan Uluslararası Af Örgütü, Sayın Öcalan’a uygulanan tecrit karşısında kılını bile kıpırdatmamıştır.
Sayın Öcalan’ın Demokratik Uygarlık Manifestosu adını verdiği beş ciltlik savunmasının “Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü” başlığını taşıyan bu son cildinin AKP iktidarının Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı topyekûn bir imha savaşına yönelmesinde büyük rol oynadığı kesindir. Savunmanın Kürt sorununun tanımlanması ve çözümü konusunda sağladığı muazzam berraklığın ve çözüm önerilerinin hem Kürt halkında hem de Türkiye kamuoyunda kesin kabul göreceğine ilişkin kaygıların AKP hükümetinin böylesi bir savaşı başlatmasında belirleyici olmasa da son derece etkili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Sadece bu gerçeklik bile Erdoğan hükümetinin Kürt sorununun çözümünde hiçbir projesinin olmadığını, tersine geleneksel imha ve inkâr siyasetini daha da derinleştirerek sürdürdüğünü kanıtlamaktadır…
Full Screen